ZAMAN VE YAŞANMIŞLIKLAR
Eski bir fotoğraf karesine baktığımda bir anda yıllar öncesine gidiveriyorum. O an ne hissettiğim, kameraya donuk bir yüzle bakarken ne düşündüğüm, yüzüme nasıl bir ışık vurduğu, kulağımdaki sesler, burnumdaki koku, belki de damağımdaki acı tat... Her şey, sanki her şey bir anda yıllardır hiç rafından kımıldatılmamış tozlu bir kitap kapağını açarcasına yineleniveriyor. Sanki bir kez daha anlam kazanıyor o yaşanmışlıklar.
O zamanlar kimden nefret ettiysem ya da kimi sevdiysem şimdi de sanki hiç yitip gitmemiş gibi tekrardan hatta belki de eskisinden daha da şiddetli bir şekilde yaşıyorum o duyguları. Her ne kadar aradan yıllar geçse de bir fotoğraf karesi bile yetiyor bunun için.
O gencecik körpe yüze bakarken o zamanlar ne kadar da masum ve her şeyden habersiz olduğumu düşünüyorum üzülerek. Hoş, o zamanlar da ondan daha eski bir fotoğrafa baktığımda da aynı şeyi düşünüyordum muhtemelen. Peki, bizi bu kadar yıpratan şey gerçekten zaman mı yoksa yaşanmışlıklar mı? Bilemiyorum... Hani derler ya bir günde saçlarıma aklar düştü diye. Belki de bu cümlenin içinde gizlidir aradığım yanıt.
Evet, insanı her gün ölüme bir adım daha yaklaştıran o sürekli akan ve durmak bilmeyen kahrolasıca zaman... Ama, insanı hem madden hem de manen kemiren asıl şey, yaşanmışlıklar... İyi ya da kötü, bunu ayırmanın hiçbir faydası olmayacaktır. Tek diyeceğim şu ki: Yaşanmışlığın her türlüsü insanda derin bir iz bırakır. Bu şey, ister bir günlük isterse yıllar boyunca sürmüş bir macera olsun, o fotoğraf karesine baktığımda canımı acıtan şey, zaman değil, yaşanmışlıklardır kuşkusuz.
Zeynep S. Dönmez
378 11/F