EKŞİ SU
Doğrusunu söylemek gerekirse yolculuğumuz başlamadan önce günün birinde bunu bir seyahat, gezi diye adlandırabileceğim aklımın ucundan bile geçmiyordu. Ne hissetmiş olduğum konusu üstünde düşünmeme gerek bile yok. Dudaklarımı büzmüş, mızmız bir çocuk gibi koltukta geriye yaslanmış ve kollarımı göğsümde birleştirmişken bunun sıkıcı akraba ziyaretlerinden farksız olmayacağından emindim. Erzincan'a varmayı istemiyordum bile. Bu kente çocukluktan gelen bir antipatim vardı. Yazları Erzurum'a giderken, yolun son üç saatini Erzincan'dan geçmek için harcadığımızdan ve midemin bu durumu pek hoş karşılamamasından olsa gerek, şehri henüz hiç görmemiş olmama rağmen bunu büyük bir kayıp olarak saymıyordum. Eh, biraz aptaldım işte. Ne yaparsınız.
Erzurum'dan Manisa'ya dönüş yolunda durup, iki gün kadar kalmaya karar verdiğimiz bu şehirle ilgili ilk izlenimim, boş olmasıydı. Yani, gerçekten boş. Terk edilmiş gibi.
Bu ıssızlığı ürkütücü bulmam gerektiğini biliyorum ama bana sadece huzur verici gelmişti. O kadar da ilginç sayılmazdı, kuruntu yapıyor olabilirdim. Belki de bu izlenimimin tek sebebi ramazanın ilk günlerini yaşamakta olmamızdı. Bilirsiniz, vücudum hissettiği kuraklık sonucu beynimi bana sanrılar iletmesi konusunda uyarıyor olabilirdi. Aslında bunlar benim şehir konusundaki bilgisizliğimi kabul etmemek için ardına saklandığım siperlerdi, en azından kısa bir süre sonra böyle olduğunu öğrenmiştim.
Şehirdeki maceramız, annemin kuzeni olan Yakup abinin beni, annemi ve kardeşimi kısa süre içinde yenisinin hizmete açılacağını öğrendiğim otogardan almasıyla başladı. Hava kararmaya başladığından ne şehir merkezinin nasıl göründüğüne dikkat edebilmiş ne de açlığım dışında bir şey düşünebilmiştim. Yine de şehrin boş olması konusunda kuruntu yapmadığımı fark etmemek elde değildi.
Etrafından dolaşıp Tedaş Lojmanlarına vardığımız camii dikkatimi çeken ikinci ilginç şeydi. Görmeliydiniz. Hayatımda gördüklerimin en ilginciydi. Sıradan bir inşanın üstü metal, oval bir çadırla kapanmış gibi görünüyordu. İlk görüşte bunun bir UFO olduğunu düşündüğümü, minareleri gördüğümde ise Müslüman bir UFO olduğuna karar verdiğimi hatırlıyorum. Açlığın düşünce yapısı üstündeki etkilerini görmezden gelmeliyiz, ne diyebilirim ki?
Kulağa basit gelse de, şehrin tam ortasına heybetle dikilmiş bu Müslüman-UFO'nun etrafından dönüp lojmana vardığımızda, üniversite kampüsünü andıran bir yere girmiştik. Burası lojmana ayrılmış alandı. Yakup abinin anlattığına göre, lojman sakinlerine ayrılmış kişisel tarlalar, yürüyüş alanları ve oyun parkı vardı. Üçer katlık, belli aralıklı binalar halinde bulunan kaç tane evin yanından geçtiğimizi saymamıştım, ama çok olduğu belliydi.
O sıcacık ailenin kendine özgü havasını soluyarak geçirdiğim zamana bir süre sonra dönüp baktığımda, böyle bir özlem, minnettarlık yaşatacağını hiç düşünmemiştim. İftarda yaşlısından çocuğuna tüm aile aniden en özel sırlarımı paylaştığım arkadaşlarım gibi olmuş, bir şekilde neşelenmemi sağlamıştı.
Yani aslında bir şekilde enerjiyle dolmuştum. Sebebi maneviyatmış, içtiğimiz ekşi sularmış... Ne fark eder ki? Ekşi su demişken, bundan bahsetmesem kendimi bu güzide şehre karşı sahiden suçlu hissederim. Olayın aslı şu ki, iftara vardığımızda masada iki ayrı su vardı. Yani her bir kişiye düşen iki bardak su... Sizce de tuhaf değil mi?
İşte ben de bunu düşünerek ve yine de soru işaretimi beklemeye mahkûm ederek, ezan okunduğunda sulardan birini alıp, içtim. Allah'a şükür boş bulunup tükürmemiş ya da öksürmeye falan başlamamıştım. Bu bildiğiniz maden suyuydu. Yani maden suyuyla pek aram yoktu ama tadını bilmiyor da değildim. Tabii, bir an sonra buna -içimden de olsa- maden suyu diyen tek insan olduğumu fark ettim.
Yakup abi ve evin geri kalanı bu şeye çok bağlı görünüyorlardı. Öyle ki, Yakup Abi bir anlığına esprileriyle göbeğimizi eritmeyi kesmiş, ekşi suyunu doldurduğu özel şişesiyle ilgilenmeye başlamıştı. Ailenin geri kalanının da ondan aşağı kalır yanı yoktu. Öte yandan sevgili kardeşim, büyük bir iştahla yemekleri bir kenara itmiş, ekşi suyu entegre tesis misali mideye indirmeye başlamıştı, annem de bu durumdan memnun görünüyordu. Bu yüzden ben de aynısını yaptım. Zaten sonrası kendiliğinden geldi.
Kaynağının hâlâ midemde fokurdayan ekşi sular mı yoksa sarmalandığım sıcak atmosfer mi olduğunu bulamadığım enerjimi fark eden tek kişi olmamalıydım ki, evde oturmaya uzun süre mahkûm edilmedim. Yemekten kısa bir süre sonra kalkıp toparlandıktan sonra evden çıkmış, iki arabaya sayısını anımsayamadığım gruplar halinde dağılmıştık. Yaza rağmen serin olan hava ayrı bir huzur kaynağıydı, kendimizi attığımız şehir merkezindeki Ramazan Etkinlikleri'nin coşkusu ve insanların mülayimliği ayrı.
Oradaki insanlara uyum sağlamamız gerektiğinden olmalı ki, kendimi elimde kavrulmuş çekirdek paketiyle otururken bulmam için çok zaman geçmesi gerekmemişti. Koyu ve içten bir sohbeti duymak, çekirdeğin her kırılışında ağzımda bıraktığı tuzlu tatla savaşmak ve serin olduğu kadar temiz havanın tenimde gezinmesine izin vermek... Tek kelimeyle harikaydı. O geceyi hayatımda yaşadığım en değerli gecelerden biri haline getiren şey, daha önce görmediğim bir misafirperverlik ve sıcaklıktı. Belki de, diye düşünüyordum. Shakespeare'in Helena'sı, Dimitrius'a nasıl onunla birlikte Bottom'ın rüyalarına girecek kadar takıntılıysa, ben de yüzlerinde maske olmayan insanlara, bir yaz gecesinde uzanıp onları böyle bir rüyaya davet edecek kadar tutkunumdur.
Arabayı orada bırakıp, etkinliklerin ardından şehri turlamaya başladığımızda buranın ne kadar farklı olduğunu daha önce nasıl fark edemediğimi kendime sorup duruyordum. Allah'a şükür, Yakup Abi kısa süre içinde yanıma gelip, tüm bu soru işaretlerinin yerine muntazam noktalar bırakmıştı.
Anlattığına göre, Erzincan çok fazla badire atlatmış bir şehirdi. Benim şehir hakkında bildiğim tek şey Karasu ve o haddinden fazla uzun Erzurum yoluyken, o gece çarşıdan parka doğru yürürken şehrin kısa aralıklarla atlattığı üç sarsıcı depremden sonra yeniden yapılandırıldığını öğrenmiştim. Yakup abinin söylediğine göre, bu şehirde gezerken asla üç kattan daha yüksek bir bina bulunmazmış. Nüfusu çok fazla değilmiş, çünkü depremler sonucu şehri terk eden ailelerin sayısı dudak uçuklatan cinstenmiş.
İşte aradıklarım tam olarak da bunlardı. Bu şehir hakkında hislerime sebep olanlar. Utanç içinde, Yakup abinin bana binaların yüksekliklerinden bahsederken ben bunu çoktan anlamışım da, onun üstünde durup açıklamasına gerek yokmuş gibi düşündüğünü belirten bakışlarıyla karşılaşmıştım. Sahiden, bu kadar kısa binayı bir arada görmüş de nasıl fark edememiştim acaba? Beynimin o sırada çok önemli bir işle meşgul olduğunu varsayıyordum, aksi takdirde geceyi olası bir aşağılık kompleksinin kontrolüne bırakmak zorunda kalabilirdim.
Arabaya döndüğümüzde, eve gideceğimizi düşünmüştüm. Kelimenin tam anlamıyla gevşemiştim. Arabanın içinde neredeyse uykuya dalacaktım ki, gözlerimi yeni bir yerde açtım. Kesinlikle yabancıydı. Ah, bir de nefes kesiciydi.
Saat gece yarısına yaklaştığı halde, Yakup abi fırsatını bulamayız diye bizi buraya getirdiğini söylemişti. Sadece birkaç dakikam olsa ve her an yorgunluktan düşüp bayılacak gibi hissetsem de, beklemeden arabadan atlarcasına –maalesef ciddiyim- inip önümde uzanan şehre baktım.
Burası Esentepe'ydi. Önemini henüz bilmesem de, Yakup abi buranın şehrin en popüler mekânı, günün hangi vaktinde gelirsek gelelim mutlaka hatırı sayılır bir kalabalıkla karşılaşacağımız tek yeri olduğunu söylemişti. Bu söylediklerine pek şaşırmış sayılmazdım, çünkü şehri buradan izlemek kesinlikle bıkılmayacak ve karşı konulamayacak cinsten bir seçenekti.
Kıskanılacak kadar temiz havayı, gözümdeki bozukluktan dolayı şehrin ışıklarının gözlerimi nasıl kamaştırdığını ve tüm bunların yaşattığı hissi asla unutmamayı diliyordum.
***
Ertesi günkü şehir turunun ilk kısmından iki şey öğrenmiştim.
Birincisi, Müslümanların UFO'su bir camiiydi. Adı da pek mistik sayılmazdı, yani 'Terzi Baba' bazılarımıza esrarengiz bir isim gibi gelebilirdi, elbette.
İkincisi de, ekşi suyun bir kaynağı vardı. Anlayacağımız haliyle, Erzincan'da insanlar maden sularını beleşe içiyordu. Sabah çıkıp camiyi gezdiğimizde içerisi boş olduğundan Yakup abinin kızı, 11 yaşındaki Gözde'yle tabiri caizse her türlü atı koşturmuştuk. Yani, camide koşturulan her türlü atı işte.
Öte yandan camiinin içini gezmek UFO fikri konusundaki hayal kırıklığımın açtığı yarayı neredeyse sarmıştı. Camiinin içi de dışı kadar tuhaf ve mistikti. Tavanı NASA tarafından yapılmış gibi, binlerce geometrik şekil yansıtabiliyordu. Bunun yanında kürsü daire biçiminde bir tür fanusu andırıyordu. Yani cam kaplaması falan yoktu, ama daire şeklindeydi ve yerden yüksekti işte. Mihrabı ve minberin kapısını çevreleyen iki çember vardı. Ayrıca camii içindeki üç minik havuzun kesiştiği noktaya bana Jüpiter'i çağrıştıran bir daire figürü konmuştu. Anlayacağınız, camiinin ismi dışında her şeyi gayet esrarengiz ve şüpheye açık görünüyordu. Yine de Sherlock Holmes radarını açmak için doğru mekânı seçtiğimi sanmıyordum.
Terzi Baba Cami'sinden nihayet çıktığımızda, günün asıl olayı ilan ettiğim Ekşi Su adı verilen mesire alanına gitmek için yola koyulmuştuk. Duyduğuma göre önceki akşam gizemini çözmek için o kadar çaba harcadığım ekşi suları Erzincan halkı buradan temin ediyordu.
Bana Köprüköy, Erzurum yolunu hatırlatan ve sayısal veriler sonucu –google'da arattım da- on üç kilometre olduğunu öğrendiğim yolu aşıp Ekşi Su'ya vardığımızda gördüğüm manzara beni şaşırtmamıştı. Burası Türkiye'ydi. Koca koca insanlar, elbette bedava bir şey için birbirlerini yiyeceklerdi. Bu ülkemizin olmazsa olmazıydı, değil mi?
Yanımıza aldığımız birkaç şişeyi doldurduktan sonra mesire alanını dolaşmaya başlamıştık. Gördüğüm kadarıyla oyun parkları, piknik alanları, sergilenen evcil hayvanlar, birkaç havuz, çeşmeler ve elbette insanlar burayı oluşturan gelen unsurlardı. Bir saat kadar orada dolaştıktan sonra, bana Manisa'nın Akpınar'ını anımsatan geniş, yapay havuzun etrafındaki kafelerden birine oturduk. Havuz pek temiz sayılmazdı. Bir köşesine kısa ama geniş bir şelale yapılmıştı. Plastik yunuslar aracılığıyla havuzda gezen iki grup vardı.
Ben elbette yerimde durmamıştım. Gözde'yi kolundan tuttuğum gibi soluğu görevlinin yanında almış, hemen yunuslardan birini ayarlamıştık. Rengi kırmızıydı, üstüne kızgın güneşi engellemesi için bir şemsiye konmuştu. Kardeşim ısrarlarımı tamamen görmezden gelerek bizimle gelmediğinde ve annemler hiç oralı dahi olmayınca, mecburen kocaman yunusa ikimiz bindik. Gözde'nin 11 yaşında olduğunu söylemiştim değil mi? Eh, bunun tercümesi yunusu ben sürüyor olmamdı. O da sağ olsun ayaklarını pedala koyuyordu, canım benim.
Havuzu gezerken her şey güzeldi. Kendimi işin eğlencesine kaptırmıştım ve yunusu kenara çekip inmeye hiç niyetim yoktu. Ben bu konularda biraz pintiyimdir. Özeti, "Para verdim, ne diye ineceğim. Onlar insin. Bana ne." olan düşünceler beni hep böyle zamanlarda ele geçirir.
Tahmin edeceğiniz gibi, yine böyle olmuştu. Tabii, er ya da geç gitmek gerektiğinden bir süre sonra suda ileri-geri yapmayı kesip, görevlinin beklediği yere doğru ilerlemeye başlamıştık. Daha önce bahsettiğim şelalenin kenarından geçip gitmem gerektiğini bilsem de, o an duraksayıp Gözde'ye baktım ve şelaleyi işaret ettim. Sonra da, yunusu doğrudan şelalenin altına sürdüm.
Amacım sadece yunusun burnunu suya değdirip geri çekilmekti. Ciddiyim! Sırılsıklam olup hem yunusun içini su doldurmayı hem de bağırtılarım sonucunda dikkatlerini çekebildiğim annemlerin kahkahalarını dinlemeyi ben istememiştim. Ama olan aynen buydu. Üstelik o anın şokuyla öylesine kendimden geçmiştim ki, su üstüme boşanırken pedalları çevirip geri gitmeyi uzun bir süre boyunca akıl dahi edememiştim. Gözde'yle ikimiz, gerçekten de 'sucuk gibi' olmuştuk. Bir de müşterilerin ve personellerin o günkü eğlence kaynağı olduğumuz gerçeğini de unutmamak lazım, tabii.
Size iyi tarafını söylemem gerekirse... E, yeni bir akım başlatmıştık? Sahiden bakın. Peşimizden gelen iki yunus da şelalenin altına girmişti biliyor musunuz? Yani bizim çığlık attığımız kısımlarda onların 'girdiğimizin farkındayız, sorun yok' başlığı altında etrafa sakin bakışlar fırlatması dışında pek bir fark yoktu ki canım.
O günü kurulanmak için eve dönerek yarıda kessek de annemin diğer kuzeni olan Selen teyzedeki iftarı takip eden sabah soluğu yeniden Ekşi Su'da aldığımızdan, bu konuda pek bir kaybımız olmamıştı.
Bu defa tavşanlarla ve onlarla ilgilenenlerle ilgilenmiştik. Bir ara parkta oynamış, kendi aramızda oyun kurmuştuk. Yani aslında bunları kardeşim Ahmet ve yunus partnerim Gözde yapmıştı. Ben de onları izlemiştim.
Ah, sudan da uzak durmuştuk. Şelaleden. Yunuslardan. Bir de gevrek gevrek sırıtan personellerden.
Erzincan'dan o günün gecesinde ayrıldık. Evet, bu bir seyahatti. Kesinlikle öyleydi ama daha fazlasıydı da. Çünkü bilirsiniz, seyahatlere dair yazılar yazdığınızda içiniz titremez.
Elif Feyza Namal
11-F/142